DOLAR

40,2592$% 0.13

EURO

46,7280% 0.07

STERLİN

53,9463£% 0.2

GRAM ALTIN

4.309,12%-0,18

İmsak Vakti a 02:00
Bingöl AZ BULUTLU 32°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Serhat YILMAZ

Serhat YILMAZ

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Küllerinden Dirilmek.

18

BEĞENDİM

ABONE OL

Serhat YILMAZ Köşe Yazısı

Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.

[Albert Camus]

“Yabancı” adlı romanına bu cümleyle başlar Camus. İlk etapta inançsızlığı, ilgisizliği, kayıtsızlığı, vurdumduymazlığı çağrıştırsa da kitabın sonuna doğru öyle olmadığı acı bir şekilde tecrübe edilir.

Yıkımdır bu cümle; yaradır, vicdan azabıdır, cinnettir, kaostur, suya düşen bir insanın çırpınışıdır, soluksuz kalmaktır. Öyle ki romanın sonlarına doğru, işlediği bir cinayetten dolayı değil de annesinin ölümüne ağlamadığı için idam edildiğini düşünür.

Ara ara beklemeye aldığı acılardan biridir o; hatırlar çünkü. Kaçıncı acıdır bu, kaçıncı yara, kaçıncı cinnet, kaçıncı travma, kaçıncı “kurtarmayı düşünüp, güzel bir yaşamı altın bir tepside sunmak için beklemeye alıp hiçbir şey yapamadan yitirdiği” bir yakını…

Yoksul bir ailede büyür Camus; ayakkabıları yırtılmasın diye sahalarda top koşturmak yerine kaleci olmayı seçer. Camus gibi yoksul bir çocuk için sahalarda top koşturmak dahi bir lükstür, çünkü her gece evine dönüşünde ayakkabılarının büyükannesi tarafından kontrol edileceğini, eskimiş bulunursa dayak yiyeceğini bilir.

Camus’un kitapları, kitaplarındaki karakterleri; tüm bu yaşanmışlıklarıyla beraber ele alınıp okunursa daha sağlıklı bir yere varılır diye düşünüyorum.

Hassas insanların kalpleri de hassas olur çünkü. Birçok insanın kayda değer görmediği, oralı olmadığı, önemsemeden geçtiği ufak ayrıntılarda dahi boğulmamak için insanüstü bir çaba harcarlar. Yüzme bilmediklerinden değil, çok iyi bildiklerinden olur bu; ancak suya düştüklerinde bir tek kendilerini değil, herkesi kurtarmaya çalıştıkları için boğulurlar çoğunlukla.

Oyuna dahil olmaz, kuralına göre oynamaz bu tür insanlar. Bir başına mutlu olmayı doğru bulmaz; herkesi kurtarmaya, herkesle mutlu olmaya çalışırlar. Herkesi mutlu etmeye çalışırken de çoğu kez ellerindekini de yitirir, kendilerini dahi mutlu edemez bir hale gelir ve ne yazık ki gazetelerin üçüncü, dördüncü sayfalarına, üç satırlık bir yazıyla haber olacak kadar ileri götürürler işi.

Özel çocuğu olan bir arkadaş vardı. Bir gün boş bulunup, “Yanımıza getirsene çocuğu, takılsın biraz ortamda, iyi gelir belki” demiştim. Arkadaş, “Çocuğu getirmek sorun değil; ancak bizim gibi değil o. Bardak seslerinden tut, kaşık seslerine, masalara değen taş seslerine, yürüyenlerin ayak seslerine, ağızlardan çıkan her türlü sese kadar her şeyi hisseder, çok yoğun hisseder ve bu da onda korkunç bir kaosa, kargaşaya, baş ağrısına sebep oluyor.” demişti.

Camus gibi her şeyi en ince ayrıntısına kadar gözlemleyen, yoğun yaşayan ve yansıtmayı başarabilen insanlar da bir çeşit “özel insanlar” sınıflamasına girer mi bilemiyorum; ancak hassas kalpleri, herkese ulaşma istekleri, yoğun yaşanmışlıkları onların da öyle sıradan insanlar olmadıklarının en büyük göstergesi bence.

I

03.02.2025 Pazartesi günü iftar sonrası saat 20.17’de vefat etti dayım. Defini yapıldı, taziyesi kuruldu, kırkı geçti, mevlidi verildi. Üzerinden tamı tamına üç buçuk ay gibi bir süre geçti; ancak dayım hâlâ sesiyle, sözüyle, selamıyla, yaşamı ve anlatılarıyla güçlü bir şekilde geziniyor aramızda.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da baharın gelişiyle evde olağanüstü hazırlıklar yapıldı. Belli etmemeye çalışıyorlar kendince; ancak bir an önce köye gitmek için gün sayıyor annem ve babam. Farkına varıyor, kısa bir süre içerisinde kendimizce eksik gördüğümüz şeyleri tamamlıyor, köye doğru abimlerle beraber uğurluyoruz onları. Buruk bir sevinç var yüzlerinde. Köy denilince herkesin aklına dayım geliyor haliyle. Orada ya… İki eli kanda da olsa Hızır gibi yetişiyor, bir şekilde divanına katıyor, divanına dahil oluyordu bizimkilerin.

Köyümüze, evimize hemen yürüme mesafesinde olan Bâdan’ın Zakar mezrasına gelir yazları dayımlar, çoğu Bâdanlı gibi.

Her aradığımda annemleri, orada olurlardı. Mevzuyu evirir çevirir, dayıma getirirlerdi bir şekilde. Babam da çok sever eşinin ailesini, kendi ailesinden ayırmaz onları; ancak her gün de olmaz dememek için arada kaçamak yapar, bahaneler uydurur, gitmemeye çalışırdı. Dayım bu, ailenin en büyüğü, eski zaman insanı, kaçar mı gözünden… Hemen bir çare bulur: “Gel tıraş et beni; saçım uzadı, sakalım uzadı,” diye bir haber uçururdu.

Hâlbuki babamın kendisini dahi tıraş edecek bir ustalığı, mahareti yoktu. Ancak alıp yanına eşini ve tıraş makinesini düşerdi Bâdan yoluna.

“Dayın aradı, dayın getirdi, dayın çağırdı, dayın ısrar etti, dayın…”

Yol üzerindedir köyü, yol üzerindedir mezrası, yol üzerindedir evi, yol üzerindedir bağı, bahçesi, yol üzerindedir sofrası, yol üzerindedir yaşamı…

Yolcu olduklarını bilir eskiler. Bu yüzden köyün hemen girişinde, en görünür yerde olur mezarlıkları. Göz mesafesinde, gönül mesafesinde… Ölümü bilir, yolcu olduklarını, misafir olduklarını bilir; ona göre davranır, ona göre yaşarlar. Zaruri haller dışında bir bitkiye, bir ağaca, bir hayvana ve dahi bir insana dokunmaz, zarar vermezler.

Konar göçer olduklarını, konup geçeceklerini bildikleri için arzın ve dahi arşın gerçek sahibi olan Allah’a hürmetsizlik anlamına gelecek her türlü şeyden olabildiğince kaçınır, olabildiğince uzak durmaya çalışırlar.

İçerisinde “köy” geçen her cümle bana dayımı; yeleğini, şalvarını, tabakasını, tespihini, seccadesini ve her zaman bir şekilde denk geldiğim kurulu olan sofrasını hatırlatıyorsa hep bundan, bu tür yaşanmışlıklardan.

Koşup bir şeyler anlatmak, bir şeyler sormak, bir şeyler dinlemek için yönelmek istiyorum son dönemlerde köye… Evine, bahçesine, kapısındaki ceviz ağacına, ağacın altına kurulu divanına… Ancak pat diye düşer aklıma: Ölüm.

Baharın gelişi ve annemlerin gidişiyle yoğun bir şekilde yaşamaya başlıyorum bu durumu. Her hatırlayış yeni bir kriz, yeni bir pıhtı, yeni bir hastane, yeni bir ölüm, yeni bir morg, yeni bir tabut, yeni bir defin, yeni bir taziye, yeni bir…

Evlilikten sonra beş erkek çocuğunu, beş aslanını, ömrüne doymamış beş dağ parçasını ardı ardına, iki, üç yıl gibi kısa aralıklarla kaybetti. Uzun süre cezaevinde kalmış insanlar da olur ya hani… Bir muhabbet esnasında “Dile kolay, şu kadar yıl yattım,” diye söylenirler. Kişiye, ettiği söze tonlarca ağırlık ve inanılması güç bir yaşanmışlık katar bu cümle.

Öylesi bir şey işte: Dile kolay… iki, üç yıl gibi kısa aralıklarla beş canını, beş erkek evladını yitirmek.

Dağ gibi adam… “Göz var üzerinde, büyü var, sihir var, cin var, peri var,” dedi bir kısım köylüler. Kimi muskalar yaptırdı, kimi büyüler bozdurdu, kimi kurşunlar döktürdü, kimi… Duymadı. Konuşmadı. Sustu… Susma orucu gibi bir şeye girdi dayım.

Kaybolur bir ara. Takip edilir, aranır, yalnız bırakılmamaya çalışılır ailenin öteki üyelerince. Kayboluşu belirli aralıklarla sürer, tedirgin olur yakınları, aramaya koyulur kardeşler. En son Bâdan Yaylası’nda bulurlar.

Çökmüş Gır Buegon’ın yamacına, gün batımına doğru bakınmaktadır. Bir dağ, bir başka dağa yaslanmış da üzerine sinen sis perdesinden görkemini, ihtişamını artırmaktadır.

İlkbahar sonu… Her türlü envai bitki kokusu, kuş sesleri ve gün batımı… Öyle güzel, öyle çarpıcı, öyle içten bir kaval sesi geliyor ki ilerden… Bu dünyaya ait değil. Koşup dinlemek, sonra da kardeşimi sormak için yöneldim, diyor öteki dayım. Belki görmüştür birileri, belki görmüştür abimi, kavalı çalan her kimse…

“Gidip varıyorum kavalı çalanın yanına. Çeviriyorum başını. Çevirince gün batımının vurduğu kederli yüzü görünüyor gözüme. Abim Kazım’dan başkası değil bu, abim Kazım’dan başkası değil bu çağlar ötesi sesi çıkaran,” diyor öteki dayım.

Beş evladını doğumdan ikişer, üçer yıllık aralıklarla kaybeden dayım; kesip bir ağaç dalını içeriden oyuyor; dışardan deliyor sonra, solusun, nefes alsın diyor. Ve sonra gün batımına karşı, rüzgarla, rüzgarın taşıdığı envai çeşit bitki kokusuyla, kurdun kuşun rızkını veren Rabbin ona bahşettiği güç ile çekilen güne, güneşe, gün batımına karşı üflüyor, üfürüyor günlerce. Yarini, yarasını, acı, öfke ve isyanını İsrafil gibi sura üflüyor; yabancısı olduğu ve bilmediği bir dünyanın dilini bu yol ile çözmeye, evladıyla kendisi arasındaki bağı bu yol ile tekrar kurmaya çalışıyor.

Cebrail’in ayak izlerinden bir parça koparamamış olmasından olsa gerek, ölülerini diriltemiyor, can veremiyor her biri kendinden bir parça olan öz evlatlarına. Ancak “sağır kulakların pasını silecek, ölmüş duygularını diriltecek” kadar güzel sesler çıkarmayı başarıyor bir süre. Bu, yıllar yılı kulak kesilen herkesin malumu oluyor sonra.

Altıncı erkek çocuğu olur sonra.
Hep bir kaybetme korkusu yaşar yıllarca. Adını Mehmet koyar bu yüzden, Muhammed Mustafa’nın hatırına… Belki, bir ihtimal…

Medreseye verir çocuk yaşlarda, dinî tahsil yaptırır. Yıllar yılı köyünde ve çevre köylerde dersler verir oğlu, öğrenciler yetiştirir, fahri imamlıklarda bulunur. Genç yaşta evlendirir, mürüvvetini de görür, çocuklar, torunlar vs.

Abi, kardeş, arkadaş gibi yaşadılar Mehmed’iyle yıllarca; bir köyde, bir evde, bir çadırda, bir bağda, bir bahçede… Hiç ayrılmadılar. Ta ki, 53 yaşında onu da amansız bir hastalıktan kaybedinceye kadar.

İçine attı acısını, girmedi pek bu mevzulara. Torunları babası olarak gördüler dedelerini; gelini, kızı…

Üç ay önce, 82 yaşında hastaneye kaldırdılar dayımı. Kriz geçirmiş, beyine pıhtı atmış dediler doktorlar. Bir süre servis, yoğun bakım, ölüm ve morg.

Kar yağışının olduğu bir gün… Köy uzak, yollar zor, engebeli, çetin… “Defini, taziyeyi dışarıdan gelenler için Solhan’da mı yapalım, köyde mi kuralım?” derken büyüklerden biri çıka geldi.

“Ölürsem, beni oğlumun, Mehmed’imin yanına gömün,” diye kesin vasiyeti var. Oğlu Mele Mehemed’in mezar yerinin hemen yanının boş bırakılması hep ondan.

Giderken de yarini, yarasını, acısını, özlemini, vefasını, bağlılığını bir mühür gibi basıp gitti misafiri olduğumuz bu yerden.

Evladıyla haşrolması dileğiyle…

Albert Camus’un deyimiyle:
“Dün dayım öldü, yoksa bugün müydü, bilemiyorum”. Arafta bir yerde, yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizginin üzerinde bir yerde dolanmadayım.

Her an unutuyor, her an hatırlıyor, her an ölüyor, her an diriliyor, her an yaşıyor, her an…

II

2000’lerde, zorunlu nedenlerden dolayı memleketi Bingöl’den Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmış bir aile var. Köyden şehir merkezine, şehir merkezinden de Avrupa’ya… Yıllar yılı her konuşmamızda, konuyu evirir çevirir bir şekilde göçmenliğe, mülteciliğe, sahipsizliğe, vatansızlığa getirirdi.

“Yeter,” diyordum; “gurbet” diyordu, “özlem,” diyordu, “sıla” diyordu.

“Aidiyet,” diyordu arkadaş, “korkunç bir şey.” “Geçenlerde komşu köyün delisi geldi aklıma, oturup saatlerce ağladım.”

Dayımın vefatı sonrası defalarca aradı. “Yapabileceğim bir şey, bir ihtiyaç falan olursa söylemezsen iki elim yakanda olur,” dedi.

Dün aradı, telefona cevap veremedim. 15- 20 dakika sonra geri döndüm. “Bekletmemek için cevap vermek zorunda kaldığını,” söyledi. Konuşurken elinde garip bir şey olduğunu fark ettim.

“Elindeki meyve soyacağına benzeyen şey ne?” diye sorunca,
“Dil temizleyicisi,” dedi.
– Dil temizleyicisi?
– Evet.
– Yaşadığın konforlu hayatın farkındasın değil mi?
– Evet, ancak şunu söyleyebilirim:
Dedemin o eski evinin çevresinde Zazaca konuşarak, burnumu çeke çeke salçalı ekmek kemirip özgürce koşturduğum günleri hatırlayınca, bu günlerin çok da bir anlamı olmuyor; yaşadığım konforlu hayatın bir tadı tuzu kalmıyor.

Dilimi konuşmayı, dilimi temizlemeye tercih ederim, demeye getiriyor. “Dil temizleyicisini, konuşamadığım dilimi temizlemek için kullanıyorum,” gibi bir yerlere çekiyor; acı bir tebessüm eşliğinde konuşmasına devam ediyordu.

Dışarı çıktığı zamanlarda görüntülü konuşmayı tercih eder hep. Doğanın sadeliğinden, çevrenin güzelliğinden bahseder; ara ara da telefon kamerasından dikkatini çeken şeyleri göstermeye çalışır.

Birkaç kez “Hallo”, “Guten Morgen”, “Guten Tag”, diyen bir ses duymuş, sesin duyuluşu sonrası arkadaşın da sevgiyle, güleryüzle aynı şekilde karşılık verdiğine şahit olmuştum o görünmeyen kişiye, sese.

“Buralı,” demişti bir defasında, “Avrupalı bir teyze. Kimi kimsesi yok, bir başına yaşar. Her görüşte gülümseyerek içli bir selam verir bana, ben de saygıyla karşılarım onu.

Aramızda garip bir bağ oluştu. Böyle de sürer gider inşallah,” demişti.

Bir şirkette yönetici gibi bir şey arkadaş. Evlere gidiyorlar, kırıyor, döküyor, temizliyorlar. Eski, kırık dökük ne varsa kaydını tutuyor, yetkili yerlere bildiriyor, yenilerini yerleştiriyorlar.

Dün belediyeden aramışlar. Polis eşliğinde o Avrupalı yaşlı teyzenin evine gitmişler. Üç gündür haber alınamıyormuş.

Kapıyı açtırıp içeri girdik. Her şey yerli yerinde, müthiş bir düzen var. Ancak ağır bir sidik kokusu genzimizi yakıyor. Sağa sola bakınıp ablaya sesleniyoruz. En son dolap ile duvar arasına çömelmiş bir vaziyette cansız bedenine ulaşmışlar.

Kayıtlar tutuldu, yaşlı teyze polis ve belediye ekipleri eşliğinde evden alındı. “Biz ne olacak, defin vs. nasıl yapılacak?” derken, vasiyetinin olduğunu, eşiyle beraber gömülmek istediğini söylediler.

– Nasıl yani? Kimi kimsesi yok diye biliyoruz teyzenin, eşi mi varmış?” diye şaşırmış bir şekilde sormaktan alamadık kendimizi.

O esnada Serhat, kahvaltı ettikleri, yemek yedikleri masaya çarpıyor gözüm. Masada bir fotoğraf, yanında da bir kavanoz…

İçerisinde kül.

Kül oluyorum…

Bir anda farkındalığı artar ya insanın, öyle bir şey oluyor bana. Farkına varıyorum. Gözlerimin yaşarmasına, gözyaşlarımın süzülüp dökülmesine engel olamıyorum.

Masadaki eşinin fotosuydu, Serhat… Kavanozdaki kül de eşinin külleri. Malum, burada ölülerin yakılması gibi bir inanç da var. Vasiyeti ise, bedeninin yakılıp eşinin külleriyle karıştırılıp göle karşı, göğe doğru savrulması.

Savruluyoruz hep beraber; bir ülkeden bir başka ülkeye, bir mekândan bir başka mekâna, bir zamandan bir başka zamana.

Mevlâna, iki ayrı kuş türünden bahseder Mesnevi’sinde. Bir türlü anlam veremez arkadaşlıklarına. Biri karga, biri leylek… O kadar zıttır ki bu kuşlar, ihtimal vermez birbirlerini sevmelerine, dostluklarına, arkadaşlıklarına.

Ta ki her ikisinin de topal olduğunu öğreninceye kadar. Sakattır ikisi de.

Onları sağlam bacakları değil, sakat bacakları dost kılmış; onları yaraları, yanıkları bir araya getirmiş, der.

O zaman anlar ki, “sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır” onları birbirlerine yakın kılan.

Arkadaş; zorunlu nedenlerle yerini, yurdunu, yuvasını terk etmek zorunda kalmış yaralı bir kuş. Her Allah’ın günü yuva özlemiyle gezinip duruyor Avrupa’nın varlıklı sokaklarında. Yaşlı teyzemiz ise eşini kaybetmiş; ona kavuşma özlemiyle kendine ayrılan süreyi yalnız başına doldurmaya çalışıp duran bir başka yaralı kuş.

İki kuşu birbirine yakın kılan, gülümseten, selam verdiren; yaralarıdır, yanıklarıdır anlaşılan.

Hasılı kelam:

Bingöl’den, alev almış evlerden, boşaltılmış köylerden; taa Avrupalara kadar savrulmuş bir arkadaş… Arada turlamak için çıktığı sokaklardan, hiç tanımadığı Avrupalı yaşlı bir teyzenin selamından, o selamın ardına saklanmış bir hikâyeden, o hikâyenin alev almış başka bir hikâyenin külleriyle karışıp tekrar bana, Bingöl’e ulaşmasından…

Dayımın evladıyla gömülme isteğinden, Avrupa’daki yaşlı teyzenin eşiyle gömülme isteğine…

Öze dönmek ya da küllerinden dirilmek…

Bütün dil, din, ırk, mezhep ve kimliklerden ve de kıyafetlerden sıyrılıp, insanlığın ortak paydası olan çırılçıplak bir hakikatte buluşmak.

İnsan olmak…

Rüzgârın savurup birbirine karıştırdığı külleri, bir başka rüzgârın alıp geri getirmesi ve kandan, kinden, kirden bitap düşmüş bu coğrafya halklarının üzerine, yeniden barış umudunun filiz verdiği bu mucizevi günlerde, bir bahar yağmuru gibi savurup serpiştirmesi dileğiyle…

Bimanen weşiye de… 🍁

0x4e9c9ab6 0x5fe8a1cd 0x7a30a792 0x9ea9950d 0xa0195aa6 0xbcc69080 0xdb7c5169 0xdfdd6280 bingöl haberleri köşe yazısı orhan kaya serdar kaan

Devamını Oku

Kendimle Konuşmalar – 2

24

BEĞENDİM

ABONE OL

Serhat YILMAZ Köşe Yazısı

Sen yalnız geceleri uyumuyorsun ki, gündüz de uykudasın, rüya görüyorsun. Sen aslında bir gölge varlıksın; gölge teferruattandır. Asıl olan ay ışığıdır, yani sen de dâhil, kâinat, bütün varlıklar gölge gibidir; asıl var olan Cenâb-ı Hakk’tır…

[Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî]

Evdeyim.
Sakallarım bir karış,
saçlarımı annem kesti.
Bıyıklarım sarkık; “Doruklarda buzulların salkımı” diyor ya Ahmed Arif, öyle bir şey işte.

Bir tütün sarıyor,
dönüp aynadaki aksime bakıyorum;
bir tütün sarıyor,
dönüp dumanı aksime üfürüyorum.
Sarkan bıyıklarımdan yayılarak çıkıyor duman.
“O salkımlara ne eşkıyalar tutundu, ne küfürler, ne kaçaklar, ne susuşlar gizlendi,” diyorum.
Söylenmediği için yuvarlanıp bir çığ gibi olmuş harfler, gırtlağa bir yumruk gibi dayanıp âdem elmasına dönmüş sözcükler…

“Gırtlağımda bir harf büyüyor, buna dayanmalıyım.” Harf harf, kelime kelime, cümle cümle büyüyor, ancak kusamıyorum.

Türk alfabesinden Kürt alfabesine…
Diller arası dolanıyor, arafta kalmanın verdiği aitsizlik hissiyle kırık döküklerimi toparlayamıyorum.

“Harfler de bir ümmettir,” diyen Arabi’ye bakıyor; harf harf birikiyor, cümle cümle toparlıyor, paragraf paragraf savrulup dağılıyorum. Çağlar ötesi ulvî bir mesaja/dine/ümmete eklemlenmiş halklar gibi.

“Dilim, kalbimin lisanını aktaramıyor,” diyen Nurslu Said’e bakıyor; tahrif olmuş bir risale gibi elden ele, partiden partiye, cemaatten cemaate savruluyorum.

Ömrü cezaevi kapılarında geçen anne babaların, eşlerin, çocukların; bir cam bölme ardında abi, amca, baba ve kardeşleriyle bir telefon aracılığıyla konuşurken duyduğu seslerden önce gördüğü ilk şeydir bıyık.

O bıyıklar gibi asi ve aykırı duruyor, o bıyıklar gibi tutunmaya çalışıyorum; yaşamak için kırk takla attığımız, kırkına varıp kırklara eremediğimiz şu geniş avlulu hayat kabininde.

Giren sözcükleri süzüyor, çıkan sözcükleri törpüleyip alıcılarına ulaştırmaya çalışıyorum bu bıyıklar ile.

Çevrem acemi berberlerle dolu; çevremde jiletli teller, mayınlı araziler, çevremde gözetleme kuleleri, birtakım güçler…

Sınırı geçmeye çalışan kolberler gibi, sırtımda çay ve tütün, sırtımda yağ ve şeker, sırtımda umut ve palamut…

Bıyık bıyık filiz veriyor, bıyık bıyık büyüyor, bıyık bıyık serpilip dağılıyorum koca bir coğrafyaya. Elden ele, daldan dala, dağdan dağa geçiyor; sınırlarımı, sinir uçlarımı öğreniyorum.

Tawus’tan Taws’a, Şîn’den Şeref’e, Norşîn’e uzanıyor; Rus işgaline karşı Bitlis’i, Bingöl’ü savunan Said’e, Selman’a omuz veriyor; bir çatışmada vurulup yaralı bir şekilde esir düşüyorum.

Bıyıklarım, beni esir alanlarla benzeşiyor.
Ancak Çar’ına, çomarına eyvallah edip ayağa kalkmadığım için yargılanıp kurşuna diziliyorum.

Senaryoda ciddi mantık hataları var, biliyorum. Ancak bana ayrılan süre dolmadığı için oyunu bozmuyor, topu alıp oyundan çıkmıyor, ölmüyorum yani. Uyanıyor, bir Tatar camisine sevk ediliyorum. Bir seyir gezisinde vatanımı özlüyor, Tiflis’i Bitlis’e bağlıyor, kuracağım “hür ve müstakil” bir üniversitenin ya da ülkenin sınırlarını çiziyorum.

Yeter diyorum.
Yoldaşlarımla firar ediyor, mekânlar arası geçiş yapıyor, Kapıkule’den Trakya’ya giriş yapıyorum.

Pasaportumda bıçak gibi keskin gözleri, Kürt kefiyesi ve Nietzschevari bıyıklarıyla ben gibi duran bir arkadaşın vesikalık fotoğrafıyla asiliğimi Kürt görgüsüyle birleştirip asalete çeviriyor, sizlere selam duruyorum.

Bir deli varıp önümde duruyor; bir pire ile bir örümcek kavga ediyor, deli sopasıyla müdahale edip kavgayı ayırıyor.
Başımı kaldırıyor, bıyıklarımı burkuyor, Davut gibi demiri mum eden bir hayretle asîmana bakıyorum:

“Asîmanê bê sitûn wî kir bedîd,
Suretê bê xal û xet wî aferîd…”

Hira’nın ağzını kapayan o minik örümceğin ağları gibi geliyor gözlerime bazen bıyıklarım. Çöl sıcaklarından, fil ordularından, X Gezegeni müşriklerinden kaçıp eşit, özgür, adil ve serin bir yuva özlemiyle tutuşan nice nice hakikatler gelip gizleniyor, çöl gibi kurumuş bedenimin Hira gibi açılmış, kırık dökük dişlerle dolu ağız dediğimiz şu küçük mağarasına.

Olmuyor, diyorum ya Rab, olmuyor.
Eyyüp sabrıyla direnemiyor ki her can; dirense Eyyüp olurdu zaten.

Eyyüp’ün kurtlarına sıkıyorum, kalıyorum öylece. Kalıyorum bir başıma. Bir başıma ve yalnız, anlıyor musun?

Ne yani, bunca uğursuzu, iti kopuğu sırf biz imtihan olalım diye mi gezinip duruyor yürek devletimizin güvercin yuvaları ve örümcek ağlarıyla örtülü kapısında?

Çok sıkıldım, biliyorum; mağaraya çekilip “Îqra” diyen o meleği beklemekten. Yoruldum, zulamda saklanan harfleri, kelimeleri büyütmekten. Yalnızım, iğrendim artık kendimle uğraşıp didişmekten.

Uzanıp bir takvim yaprağı söküyorum duvardan. Duâ ile dönüyor, duâ ile büyüyor, duâ ile yöneliyorum asîmâna:

“Îqra” diyen Rabbim, benî de okut!

– Okuyorum.

Dönüp bir çizgi çiziyor, Tiflis’ten Bitlis’e uzanıyorum:

“İsrâ” diyen Rabbim, beni de yürüt!

– Yürüyorum.

“Büyük aşklar yolculuklarla başlar ve serüvenciler düşer yollara…”

Düşüyorum, bir değil, bin değil, milyon milyon kez… Ölmüyorum ancak, düş ya tüm bu çektiklerimiz, tam düşecekken uyanıyorum.

“Ey Asurî ve Keyanîlerin cihangirlik zamanında piştar, kahraman askerleri olan aslan Kürtler! Beş yüz yıldır yattınız, yeter. Artık uyanınız. Yoksa sahrayı vahşette, vahşet ve gaflet sizi gâret edecektir.”

Kâlû Belâ’dan beri kamu ile yıldızı bir türlü barışmamış olan ben;
Ne kırgınım, ne de üzgün.
Sadece sıkıldığımı biliyorum artık bu okeyde yancı, ciğerde sancı, kendine yabancı kültürden, düzenden, dönemden…

Güneşi pek bilmem; güneşperest falan da olacak değilim ben.
Fânî olan hiçbir şeye bâkî olanı teslim etmem, batıp gidecek hiçbir aydınlığa dinlendiğim gül gibi karanlığı teslim etmem.
Musa’nın kavminden de değilim; yıldızlardan bir gelecek falan da süzmem.
Ancak güneş iddiasında bulunan nice Firavun Yıldızı’nın, küçük bir fiskeyle yıldız böceği gibi savrula savrula devrilişini çok okudum, çok izledim ben.

90’lı yıllara iniyorum.
Mirzan Mahallesi’ndeyiz. Mahallenin kadınları bizde toplanmış, Mariana dizisini izleyip Zazaca değerlendirmeler yapıyorlar.
Pos bıyıkları ile Yeşilçam artistlerini andıran, “Pala” lakaplı fahri imam olan dayım giriyor sarı barakamızdan içeri. Kadınlar beyaz yazmalarını burunlarına çekip köşeye çekiliyorlar.
Annem “Hoş geldin,” diyor abisine.
Koşup sarılıyorum dayıma.
O heybetli görüntünün ardına gizlenmiş serçe kuşu gibi titreyen yüreğini hissediyorum.
Kucaklayıp öpüyor bizi, çıkarıp cebinden birer birer çikolata uzatıyor bizlere.
Yorgun, yüzü düşmüş, üzgün olduğu belli.
Annem: “Hayırdır, neden moralin yok?” diyor abisine.

“Genç’ten geldim, çarşıdayken ezan okundu. Öğle namazını kılıp öyle uğrayayım size,” dedim.
Hacı Hıdır Camii’ne girdim.
Cemaat kalabalık.
İmam üç defa cemaate dönüp ‘İçinizden biri kamet getirsin’ dedi; bir kişi kalkıp kamet getiremedi.
Bilmiyormuş kimse.
Annem: “Sen getirseydin ya,” dedi.
Kalkmayı düşündüm bir ara, ancak bıyıklarım çok uzun ve kaba geldi gözlerime.
Utandım, kalkıp kamet getiremedim,” dedi.

Utanç iyidir.
“Dünyayı utanç kurtaracak,” der Bergman.

Bıyıkların makas ve tıraş makineleri ile törpülenip belli bir kalıba, kimliğe büründüğü dönemlerdi.
Dayım, hepsinden bihaber, bıyıkları gibi dağlı, bıyıkları gibi özgür bir insandı; ta ki şehre gelinceye kadar.

Bıyıklarının sırat-ı müstakim çizgisini aştığını, aşağı doğru sarkan bıyıkların insanları aşağı çektiğini duymuş; ancak çok da tınlamamıştı.
Kendisi yüzünden ailesine, sevenlerine laf gelme, incinme ihtimali dahi bıyıklarıyla ilgili tereddütler yaşamasına yetmişti.

Yoksa vurdumu bir öküzü devirecek gücü, derisi yüzülse geri adım atacak bir karakteri yoktu.

Susmuştu dayım; susarak heybeti artan bıyıkları gibi.

Susuyorum.
Çok uzun bir zamandan beridir susuyorum. Çift gölge ile dolaşıyor, önümü ardımı kollamıyor, gördüklerimin bir ışık oyunu olduğunu biliyor, dâhil olmadığım halde aldanabiliyorum!

Susuyorum.
Sustuğum için okuyor; okuduğum için tekrar dönüp dolanıp kendime, içerime kusuyorum.

Kabuğuna çekilmiş bir sümüklü böcek gibi içeriyi batırıyor; çıkarken de geçtiğim yerleri haram edip bırakıyorum.

İbrahim’in ateşine su taşıyan karıncanın, kafası koptuğu halde ısırdığı yeri bırakmayan karınca olduğunu fark ediyor, Nemrut’un burnundan girip beynini kemiren o müthiş vehim sineğine dönüşüyorum.

Onurun, erdemin, barışın, kardeşliğin, çözümün en üst perdeden konuşulmaya başladığı şu günlerde her türlü olumsuz ihtimali bir kenara iterek ateşe değil suya iniyor, savaşa değil barışa kadeh kaldırıyorum.

Tadı kaçmasın diye canlı canlı suda haşlanmaya bırakılan ıstakozları,
kalbi dağlana dağlana nasır tutan suskun dinozorları görüyor,
boşalan yerlere düşmemek için insanüstü bir gayret sarf ediyorum.

Gök cisimleri, asit yağmurları, meteorlar…

Yıllar yılı kum işeyen, bıyıklarını bir çarmıh gibi dudaklarının üzerinde taşıyıp Golgota’ya doğru yürüyen, ihanete uğramış o keçi, o sığır, o insan çobanlarını iyi biliyor, izlemeye devam ediyorum.

Kaçmıyor, bir günah keçisi olarak meydana iniyorum:

“Ka em bibînin kî berxe, kî beran e!”

Çevremde kurban ayinleri, zikir törenleri; çevremde pagan ritüelleri, tas çalarak eğlenenler.

Kaçmıyor, bekliyorum.

Beklemek bir duruşsa şayet;
İyi bekledim, güzel bekledim, hoş bekledim.

Korkmuyor, susuyorum.

Susmak bir direnişse şayet;
İyi sustum, güzel sustum, hoş sustum.

Ne mutlu bana!
Ne mutlu bize!
Ne mutlu bizlere!

Hasılı kelam, öncülüğünü Devlet Bahçeli’nin yaptığı ve adına “barış” ya da “çözüm” denilen yeni sürecin kimsenin dilinden, kültüründen, külahından, şapkasından, örtüsünden, tüyünden, kılından, bıyığından dolayı dışlanmadığı, mimlenmediği, hedef gösterilip saldırıya uğramadığı günlere evrilmesini tüm kalbimle Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ederim.

Barışla kalın.

Bimanen weşîye de… 🍀

0x4e9c9ab6 0x5fe8a1cd 0x7a30a792 0x9ea9950d 0xa0195aa6 0xbcc69080 0xdb7c5169 0xdfdd6280 bingöl haberleri köşe yazısı orhan kaya serdar kaan

Devamını Oku

Bir Rüyanın İzdüşümü.

18

BEĞENDİM

ABONE OL

Serhat YILMAZ Köşe Yazısı

Kimileri eğitimle aydınlanırlar,

Kimileri ise rüyalarıyla.

[Bir Sybilla özdeyişi]

Henüz gözlerini dahi açmamış, sağdan soldan duyduğu sesleri taklit ederek yardım isteyen, iki katlı tarihi bir Osmanlı evine eklenmiş küçük bir gecekondunun çatı katına terk edilmiş yavru bir kediydi öğrenciliğim. Ana sütü, ana dili, ana sıcaklığı derken bit, pire ve parazitlerle dolu bir dünyanın küf ve meni kokan havasına açıldı gözlerim.

Üniversite yıllarıydı.

Bir gün, Koca Sinan’ın “ustalık dönemi eserim” dediği Selimiye Camii’nden okunan sabah ezanının, sur’a üfleyen diriltici sesiyle garip bir rüyadan uyandım. Rüyamı, şehrin merkezinde yer alan Kadın Hakları Parkı’ndaki, pelerini ve başındaki şapkasıyla bir süper kahramanı andıran Mustafa Kemal heykeline; yağmur yağdığında tüm şehri aşka getiren kokusuyla devasa ıhlamur ağacına ve o ağacın altını sahiplenen, elinde cümbüşü ile beni görünce “Uslan be Halil İbrahim” parçasını çalan, annesinin ırzına geçmeye çalışan itin birini şişleyip uzun yıllar içerde kaldığı için gözlerine zindan karanlığı sinen, 7/24 kafası hoş, bu dünyaya ait olmayan tebessümüyle bana sevgiyle bakan kirli sakallı ağabeye; kaldığım Çingene Mahallesi’nin sakinlerine; mahalle içinde, oralı olmadıkları kapılarına bir künye gibi kazılmış “Besmele” yazılı göçmen Kürtlere; terk edilmiş Yahudi, Rum, Ermeni ve diğer gayrimüslim evlerine; kalbinin üzerine bir mızrak gibi üniversite saplanmış Yahudi mezarlığına; her taşı tarih kokan, camileri, kiliseleri ve viran olmuş koca sinagogu ile bir imparatorluğa başkentlik ettiği her hâlinden belli olan kadim şehrin sokak çocuklarına; içki, sigara ve insan kaçakçılarına ve sokaklarında meyve sineği gibi dolanıp sabahlarken karşılaştığım, dibi kızıl bir alev gibi tüten, kıyıya köşeye rastgele savrulmuş şarap şişelerine anlattım.

Ancak nafile… Ne yaptım, ne ettiysem beni tatmin edip huzura kavuşturan bir tabir bulamadım.

Konuşulamayan diller, dokunulamayan kadınlar, içilemeyen şaraplar, söylenemeyen türküler, sahibi olunamayan bayraklar, pankartlar, ideolojiler hep bir gelgitler, hep bir (Med ve Cezîr)ler ile düşler alemine yol oluyor, uyanınca da bedeni pislik içerisinde buluyor, leş gibi bir dünyanın sokaklarında koşturuyordum.

Arada, alır şarabımı Meriç Nehri kenarının değişmez müdavimleri, kurtarıcıları/Mesihleri olan, Baba Fingo’nun sudan çıkışını bekleyen ve bu yüzden de dünyanın her köşe bucağında dere ve nehir kenarlarında yuva kuran Karaçilerin (çingeneler) yanına gider, onlarla sabahlardım.

İşte böylesi bir gecenin sabahı eve dönüş yolunda, Meriç Nehri üzerine kurulmuş tarihi köprüye ve köprünün orta yerine yerleştirilen, padişahların Meriç Nehri’ne bakarak gün doğumunu ve gün batımını izleyip kendilerinden geçtikleri, önü açık, üzeri kapalı ve türlü türlü renkli resimlerin yer aldığı işlemeli taht gibi mermer koltuğun üzerine oturup ışığın nehre vuran yansımasına kendimi bıraktım.

İşte o gün ben, ömrümün en büyük, en sancılı, en müthiş doğumuna tanık oldum. Işığın, karanlığın kulaklarını yırtarak dalga dalga yükselip sessiz çığlıklar atmasına ve birleşerek, adına güneş denen bir nur topunu doğurmasına şahit oldum.

Güneşin bir projeksiyon olup, kısa insanlık tarihini nehrin üzerine serdiği üç, beş belki de yedi saniyelik bir düş…

“Düş peşindeyim, düş peşime.”

Kurtuluşu kendimden kaçarak arıyor, onca arayıştan sonra dönüp dolaşıp tekrar tekrar kendimi buluyor ve her buluşu beni yara bere içerisinde bırakan korkunç hesaplaşmalara giriyordum.

Annemin çocukken gördüğüm düşler için kullandığı “Hon Yusuf pêxember, tebîr Yakup pêxember” deyişini anımsadım.(Rüya Yusuf peygamberin rüyası,Tabir Yakup Peygamberin tabiri olsun)

Penceresi Ömer Baba Türbesi’ne açılan evimin kapısından içeri girdiğimde yorgundum.

Çocukluğumdan beri rüya içinde rüya gören biri olarak, rüya ile gerçeği; doğru ile yalanı; hükümdar ile haramiyi; hak ile batılı, birbirinden ayıran o kıl kadar ince, o jilet kadar keskin çizginin etrafında dolanıyor, suyu bulandırmamak, bulanıklığa da aldanmamak için gözlerimi bıçak gibi biliyor, abdesti de kulleteynlerde alıyordum.

Habeşistan’ın adil Hristiyan kralı Necaşi’nin, kendisine sığınan Müslümanları dinledikten sonra “Sizin ile bizim aramızda şu çizgi kadar küçük bir fark var” diyerek çizdiği o sırattan ince, o sırattan keskin çizgi kadar…

O çizgi işte, rüya ile gerçeği ayıran şeydir bende. O çizgi üzerinde yürüyor, ip cambazları gibi akrobatik hareketler yapıyor, sendeliyor ancak düşmüyorum.

Üzerime varmayın.“Benim dengemi bozmayın.

”Evdeyim diyorum.Penceremde Ömer Baba sessizliği, mahallemde ise kimseyi iplemeyen, “Allah kitap bilmeyen”, nirvanaya ulaşmış Çingene sesliliği…

Her arayışı aynı bataklığa açılan, her buluşu travmalar yaratan bir kısır döngü bu. El çekmiyor, ergenlikten sıyrılıyor, büyüyor, bildiğiniz leş gibi bir olgunluğa merdiven dayıyordum ben.

Oturup, kemik ve ten kafesine hapsedilmiş ruhumu, rüya ile özgürleştirmeye çalışıyordum. Elimde kâğıt kalem, masama yoğunlaşıyor, bu sancılı boğuşmadan bir güneş doğurmaya çalışıyordum. Yazıp çizdiklerimin etrafında dolanıyor, bir cerrah gibi neşter olarak kullandığım kalemimle, dikiş tutmayacak derin yarıklar açıyordum.

O yıllarda, keçiboynuzu denen meretin ne olduğunu, ne işe yaradığını, ne için dahi kullanıldığını bilmiyordum. Keçiboynuzunun varlığından dahi haberdar olmayan ben, rüyamda “doruklarda buzulların salkımı”nı andıran bıyıklarımdan tek tek koparıyor, kopardığım bıyıklar keçiboynuzuna dönüşüyor ve ben, leşine saldıran aç bir kurt gibi onları kemiriyordum.

Açtım, aşıktım, avareydim, ancak üzüm suyu kokan kızıl yoksulluğuma, bir mızrak ucunu andıran sivri bıyıklarıma altın yaldızlı ayetler asmıyor, Muaviye sofralarına oturmuyor, saflarında yer almamaya çabalıyordum. Evet, rüyamda bir keçiboynuzunu andıran ballı bıyıklarımı kemiriyor, ama Abdal’ın köpeği gibi saray kapılarında dolanmıyor, haramla gıdalanmıyordum.

Rüyamda bir keçiboynuzunu andıran ballı bıyıklarımdan kemiriyor, yani vicdanı rahat bir şekilde kendimden eksiltiyor, ömrümden yiyordum.

Bir kedi miyav dedi, minik Serhat kükredi, ramazan da geldi geçti ancak leş yanımız bugün evde, sokakta, camide, okulda, işte, partide, bürokraside, koca bir coğrafyada vücut bulmuş, artık birlerini değil milyonları terk ediyor çatı katlarına.

Bimanên weşîye de… 🍀

0x4e9c9ab6 0x5fe8a1cd 0x7a30a792 0x9ea9950d 0xa0195aa6 0xbcc69080 0xdb7c5169 0xdfdd6280 bingöl haberleri köşe yazısı orhan kaya serdar kaan

Devamını Oku

Serçenin Âhı.

20

BEĞENDİM

ABONE OL

Serhat YILMAZ Köşe Yazısı

Yuvasını bozduğum kuşların

âhı desem, çocuktum.

[Salih Mirzabeyoğlu]

Çocukluğumun bir dönemini geçirdiğim mahallenin çocukları, hazırladıkları “civ” ve sapan benzeri aletler ile düzenli aralıklarla serçe kuşu, kertenkele ve arada da yılan avına çıkarlardı.

Şemo Deresi, DSİ, Xeyd, Adali, Seydali, Kadran…

Bir defa ben de gittim; dönemedim bir daha.

Hastane çöplüğünden aşırdığım serum lastikleri, o dönem her yerde bolca bulunan meşe ağaçlarının dallarından kopardığım sağlam ve gayet de hoş duran bir çatal ve eski deri bir ayakkabının çekile çekile pörsüyen dilinden söküp hazırladığım meşin ile, dört dörtlük olmasa da iyi denilebilecek bir sapan hazırlamayı başarmıştım.

Çocuktum; kemirdiğim biber salçalı, meşe odunu ile pişirilen tandır ekmeğinin ses tellerimi depreştirip adaşlarımı halaya kaldıran doğallığına, Nutella’nın palmiyeli yapaylığını bulaştırmamış, serçe kuşu vurmak gibi yüreğimden parça kopartıp beni kendimden, vicdanımdan, izanımdan uzaklaştıracak kirli olaylara bulaşmamıştım daha.

Kara tenim, kara önlüğüm, boynuma geçirdiğim beyaz yakam ve sırtımda abimden kalma Süpermen logolu bir çantayla bol yaldızlı, bol pekiyili defterler taşır; sağdan soldan hücuma yeltenen zihinsel Oblomovlara “yallah çayıra” derdim.

Evet, artık ben de serçe kuşu vurmak gibi ciddi olaylara karışacak; en zayıf, en çaresiz ve en savunmasız olana en şiddetli ve en acımasız darbeleri indirerek, “püsküvit çocuğu” olmadığımı ispatlayacak, varlığımı kabul ettirecek, ortama kabul edilecektim.

Bir sabah, gittiğimiz okuldan öğretmenimizin hasta olduğu gerekçesiyle gelemeyeceğini öğrenmiş ve bu yüzden eve yollanmıştık. Tabii, o yıllarda öğretmenimizin gelemeyişi biz öğrenciler için direkt bir günlük tatil anlamına geldiği için keyfimize diyecek yoktu.

O gün, koştura koştura döndüğüm evin kapısına vardığım gibi çantamı fırlatmış, yemek yememiş, sapanımı kapmış; her gün yüzlerce serçe kuşunun gelip konduğu, ‘cik cik cik’ diye Hakk’ı zikre durduğu bir meşeliğe atmaca gibi çökmüş, pusu atmıştım.

İşte o gün, her şeyden bi haber dalında “Hakk Hakk” diye öten bir serçeyi tutup da ben, yüreğinden vurmuştum; kan kusmuştu. Eğilip avucuma almış, can verirken titreyişi, yüreğimi titretmişti. Öyle çok kanamış, öyle çok kanamıştı ki, hiç durmamasından korkmuştum. Başı eğilip, minik yüreği duruncaya kadar avucumda tutmuştum.

Üzgündüm, pişmandım, ancak can vermek gibi bir kudrete de mahir değildim. Son nefesini verinceye kadar avucumda can çekişen, kan kusarak çırpınan kendi eserime bakmıştım.

Çırpınan kuş değil de kendi yüreğimdi sanki.

Kaldırıp avucumu, son bir kez bakmıştım; ölmüştü. Eğilmiş, hayata tutunmaya çalışan o küçücük yüreğinden öpmüştüm; ağzım kan dolmuştu.

Fil ordusu gibi yürüyüşe geçen çocuklardık, ancak kimsenin kutsalına saldırmak gibi bir niyet taşımadığımızdan olsa gerek, o minik kuşların silahsız, savunmasız bir şaşkınlık içerisinde bize av olmalarını sağlamıştık.

Her biri bir ebabil olabilecek o minik serçe kuşlarını biz, çocukluk masumiyeti ile kandırmış; sonra da teker teker avlamıştık.

O gün bir kuş vurmuştum.

O gün bugündür, vurgun yemiş bir kuş gibi dolanıyorum.

O günlerden:

Çocukça bir hevese kurban ettiğim

Serçe kuşunun figanıdır yüreğim.

0x4e9c9ab6 0x5fe8a1cd 0x7a30a792 0x9ea9950d 0xa0195aa6 0xbcc69080 0xdb7c5169 0xdfdd6280 bingöl haberleri köşe yazısı orhan kaya serdar kaan

Devamını Oku

Röveşatadan Rövanşa…

10

BEĞENDİM

ABONE OL

Serhat YILMAZ Köşe Yazısı

Swahili dilinde kırılıyorum.
Arkalarını döner dönmez
Satıyorlar beni,
Lahor’da kırık bir sitar gibi.

Hastayım, hırkanı at üzerime, Ya Muhammed!

[Lale Müldür / Kriz Zamanında Naat]

Arkadaş anlatıyor:

Çarşıda turluyorduk. Saray Taksi ile Park Kahvesi arasındaki dar sokağa yöneldiğimizde, gözüm gayri ihtiyari olarak o soğukta, eski Belediye Binası’na dışarıdan eklenmiş, adı “Taksi Durağı” olan küçük kulübenin içerisinde değil de kapısında taksi bekleyen birkaç yolcuya takıldı.

O esnada bekleyenlerden biri, beklemekten sıkıldığından mıdır bilmem, birbirine karışmış saç-sakalıyla uğraşmaya başladı; sağ eliyle saçını geriye, sakalını da aşağıya doğru iyice ovup düzeltmeye çalıştı. Sakalını ovmaktan haz almamış olacak ki, aynı elini ağır ağır montunun sol iç cebine götürerek yokladı; sonra sol elini sağ iç cebine götürüp karıştırdı ve “hah, buldum” dercesine gözlerine yansıyan ışıltıyla bir paket Marlboro Touch sigarasını tutup çıkardı.

Paketi elinde tutup etrafı güzelce yokladı, gelen giden taksi var mı diye iyice bir bakındı. Kimse olmadığını görünce de sessizce bir şeyler mırıldandı, başını çevirip yere sağlam bir tükürük savurdu. Gözü bir ara yolun karşısındaki baharatçı dükkanına kaydı, ancak taksinin vakitsiz gelme ihtimalinden olsa gerek, vazgeçti.

Tekrardan çıkardığı sigara paketine bakındı, sonra istemsizce kapağını açtı. Açmasıyla bir sigara çıkarıp ağzına götürmesi bir oldu. Ellerini tekrar ceplerine götürüp karıştırdı; iç cepler, dış cepler, arka cepler derken, üzerinde ateş bulunmadığından iyice emin olduktan sonra sağında ve solunda taksi bekleyen diğer yolculara bakındı. Büyük şehirlerde elinde poşet ile yaklaşıp, “Abi, bir ekmek parası versene,” diyen tinerci çocuklar gibi bakındı; ancak nedense kendinden emin olamadı, istemeye cüret edemedi.

Sigarayı paketine koyup yolun karşısındaki baharatçı dükkanına doğru hızla yol aldı. Dükkâna girmesiyle elinde takla attırdığı kibrit kutusuyla çıkması bir oldu. Eski yerine milim dahi şaşmadan geçip, iç cebine soktuğu Marlboro Touch sigara paketini çıkarıp açtı. Tekrardan bir sigara çıkarıp ağzına doğru savurdu. Iskalamadan hedefini bulan sigara, ani bir refleksle kapanan ağzı ile yakalandı.

Sigarayı bir kürdan gibi dudakları arasında çevirip sağına soluna bakındıktan sonra, hızla kibrit kutusunu açıp içinden bir çöp çıkardı, yaktı ve alevi ağır ağır sigarasına götürdü. Derin bir nefes aldı. Çekilen dumanın gırtlağından inip ciğerlere ulaşmasıyla gözlerinde anlamsız bir ışık ve vücudunda da gözle görülür bir hareketlenme yaşandı.

Elinde kalan Marlboro Touch paketine bakındı tekrar. Anlaşılan, paketteki son sigarasıydı. “Ne çabuk da bitiyor bu meret,” dercesine avucunda, öfke ve haz karışımı bir yüz ifadesiyle sıkıp bir güzel ezdi. Ezdiği paketi tıpkı bir sirk cambazı gibi bir elinden ötekine fırlattı. Öteki eliyle tuttuğu paketi, iki elini birbirine pat küt vurarak iyice, zevkini çıkara çıkara dövdü. Sonra ellerinde yuvarlayarak küçük lastik bir top haline getirdi.

Derin bir fırt daha çekti cigarasından, dumanını küfür gibi minnetsizce savurdu. Lastik küçük bir top haline getirdiği pakete ışıldayan gözlerle son defa güzelce bir bakındı ve bir anda havaya savurdu.

Havaya savurmasıyla rövaşataya kalkması, beni bir anda şehrin en kalabalık yerinde, şaşkınlık içerisinde kalmış bir seyirci olmaktan çıkarıp; Real Madrid – Barcelona maçının uzatmalarında, kombin biletiyle protokolde oturmuş, nefesini tutup bekleyen bir Barcelona taraftarı konumuna getirdi.

İmanını gevretip lastik bir top haline getirip havaya savurduğu o sigara paketine öylesine güzel, öylesine estetik bir vuruş gerçekleştirdi ki… Allah seni inandırsın, “Brooo!” diye bağırıp alkışlamamak için zor tuttum kendimi.

“Eee,” dedim, “Top oynaması bile ‘Peygamber kafasını kesip top oynadılar” gibi saçma sapan hurafelerle haram kılınmış, engellenmiş olan bizler… Geçmişin, henüz TOKİ girmemiş, küçük bahçeli ve müstakil evlerle dolu, toprak ve yaşam kokan sokaklarında özgürce koşturamadığımız çocukluğun intikamını şimdi, zift, asfalt ve beton kokan, adına ‘kent’ denilen kocaman köylerin en merkezi, en kalabalık, en işlek yerlerinde, rövaşataya kalkan o güzel, o estetik ve o alkışlanmaya değer cinnetimizle alıyoruz.

Bimanên weşîye de… 🍀

0x4e9c9ab6 0x5fe8a1cd 0x7a30a792 0x9ea9950d 0xa0195aa6 0xbcc69080 0xdb7c5169 0xdfdd6280 bingöl haberleri köşe yazısı orhan kaya serdar kaan

Devamını Oku